Bu iki sahneden oluşan minyatür kompozisyon, 2018 yılında İlknur Dayoğlu tarafından, Sûrnâme-i Vehbi’de anlatılan, Sultan III. Ahmed’in şehzade düğünü kutlamalarının ikinci gecesini (19 Eylül 1720) resmetmek amacıyla hazırlanmıştır. Sanatçı, iki ayrı tabloyu birbiriyle konuşturacak biçimde çalışmış, gecenin hem gösteri hem izleyici yüzünü, geçmişin estetiğiyle bugünün sanatsal duyarlılığı arasında bir köprü kurarak yeniden hayat vermiştir.
Gecenin büyüsü, Topçular Ocağı’ndan yakılan büyük bir kandil ile başlamıştı. Belirlenen fitil tutuşturulmuş, ardından “dahme-i Efrâsiyâb” yani “Efrasiyab’ın Çiçek Bahçesi” denen, iki yüz kadar rengârenk fişekle dolu devasa ateş ocağı ortaya getirilmişti. Bahçenin tepesinde, uçmaya hazır halde duran, kanatlarını açmış bir leylek figürü yer alıyordu. Leylek biçimindeki fişeğin gagasına tutulan ateş, harekete geçtiğinde, tıpkı gökyüzünde süzülürcesine alevler saçarak yükselmiş ve ortalığı kıyamete çeviren bir görüntü sergilemişti.
Sonrasında âlemi nura boğan bir ateş yağmuru başlamıştı: Çevrede fitiller tutuşturuluyor, çadırların çevresinde ışıklar saçılıyor, göğe yükselen alevler altın gibi kıvılcımlar bırakıyordu.
Yüzlerce fişeğin bir araya gelmesiyle, gece âdeta gündüze dönmüş, havada altın saçlar gibi parlayan ışık demetleri süzülmüştü. Göğe fırlatılan çarkıfelek fişekleri dönerken, yıldızlar arasında dolaşan ateş çiçekleri gibi göz kamaştırıcı bir manzara oluşturmuştu. Çarkıfeleklerin gümüş zilli tef gibi çıkardığı “çat pat” sesleri, gökyüzünde adeta bir ilahi şarkının ezgisi gibi yankılanıyordu.
Top ocaklarından atılan ve havan fişeği olarak adlandırılan fişekler, gökyüzüne doğru ateş tufanları saçıyor, seyircileri büyülüyordu. Kırk adet nar çiçeği gibi kıvılcım saçan fişeğin, seyircilerin üzerine dökülen alevlerle uyandırdığı şaşkınlık, anlatılanlara göre âşıkların gönlünü titreten büyülü bir etki yaratmıştı. Bazı fişekler yedi başlı ejderha şeklinde tasarlanmıştı. Bunlar havada kıvılcım saçarak dönerken, adeta ateşten bir canavarın kudreti gibi gökyüzünü titretiyordu.
Özellikle “Ankad” lakabıyla anılan bir başka gösteri, büyük hayranlık uyandırmıştı: Göğe kanat açarak yükselen ve ateşler içinde bir arslan gibi parlayan dev fişek, seyircileri hem hayrete hem de korkuya sürüklemişti. Sadrazam’a ithaf edilen bu gösteri, “Ne kadar yüksek uçarsa, Ankad’a o yaraşır” mısrasıyla övülmüştü.
Gece boyunca durmaksızın devam eden bu ateş oyunları, saatler ilerledikçe sarayın bahçelerini bir hayal âlemine çevirmişti. Eğlencenin sonunda, padişahın istirahat tahtının etrafı perdeyle çevrilmiş, gökyüzü yıldızların altında sükûnete bürünmüş, kalabalık yavaş yavaş dağılmıştı.
İlknur Dayoğlu, bu büyülü atmosferi çalışırken yalnızca biçimleri değil, sahnenin ruhunu da minyatür sanatının diliyle yakalamıştır. Koyu lacivert fon üzerine serpilen altın sarısı alevler, geceyi yaran aydınlıkla karanlık arasındaki gizemli dansı canlandırır. İnsanların yüzlerindeki hayret, kalabalığın dalgalanması, gökyüzüne fırlayan çiçekler ve yıldızlar arasında kaybolan ışık parçaları, İlknur’un fırçasında yeniden hayat bulur.
İkinci sahnede ise, gösteriyi izleyen padişah ve saray erkânı betimlenmiştir. Büyük çadırlar altında oturan Sultan III. Ahmed ve ileri gelen devlet adamları, gösterilerin görkemini vakar ve zarafet içinde izlemektedir. İzleyicilerin kıyafetlerinde ve duruşlarında dönemin saray görgü kurallarını ve estetik anlayışını yansıtan zarif bir denge kurulmuştur.
İlknur Dayoğlu burada, gecenin yalnızca coşkulu bir şenlik değil; aynı zamanda sarayın ihtişamını, düzenini ve sanata verdiği değeri gösteren bir törensel anlatı olduğunu vurgulamıştır. Bu iki minyatür birlikte, bir yanda göğe savrulan alevlerin baş döndürücü hareketini, diğer yanda sarayın sükunet dolu asaletini bir araya getirir.
İlknur’un reprodüksiyon yaklaşımı, geçmişin anlatısını bugünün duyarlılığıyla yoğurur. Bu eser, yalnızca bir düğün eğlencesinin yansıması değil; sanatla yoğrulmuş bir toplumun, güzelliği ve görkemi bir arada yaşama tutkusunun zamansız bir yankısıdır.
Ve gecenin sonunda, göğe fırlayan ateş çiçeklerinin yıldızlarla buluştuğu o büyülü an gibi, bu eser de sessizce izleyenin kalbine dokunur: Tıpkı asırlar önce İstanbul gecelerinde yankılanan alkışlar ve hayranlık bakışları gibi.